İnanç Hakkında

 

Nasıl bir tanrıya inanıyorum?

Transandantal bir tanrıya inanıyorum. İnandığım tanrı bir kişi değil, cinsiyetli bir dilde zamiri (örn. İngilizce) maskülen (he) değil neutral (it)’e karşılık gelirdi. Zaman ve mekandan münezzeh bir tanrı. Evrenin (ya da evrenimizin) başlangıcı Big Bang ise, tanrı o Big Bang’i trigger eden şey, ya da yarın bir gün Big Bang’i trigger edecek bir başka sebep bulursak o sebeplerin de sonuna vardığımızda, neden sonuç zincirini exhaust ettiğimizde karşımıza çıkacak o ilk güç. Yani benim için tanrı, varoluşun bir postülatı gibi.

Gödel’in Incompleteness Theorem’inde vardır ya, bir sistemin tutarlı olması için doğruluğu kanıtlanamayan önkabullere ihtiyaç vardır. Önkabulsüz bir sistem tutarlı olamaz. Tutarlı bir sistem de önkabulsüz olamaz. İşte tam olarak olay bu. Evrenin bu kadar tutarlı olması (fizik yasalarının her yerde geçerli olması, doğanın yönetilebilir ve bilimimizin gelişmişliği ölçüsünde tahmin edilebilir olması) bunu açıkça gösteriyor.

Öklid, Elementler kitabının başında birkaç postülat tanımlar. “İki paralel doğru asla kesişmez” der. “Bir düz çizgi sonsuza dek bir düz çizgi olarak uzatılabilir” der. Bunlar başka şeylerle kanıtlanamaz hakikatlerdir. En azından Öklidyen uzayda. Yani Öklid bu postülatları öne sürdüğünde bir evren, bir playground’un zeminini hazırlar adeta. Bir gen ağacının kökleri ve oradan çıkan yüzbinlerce, milyonlarca dalı düşünün. Kökleri bu başlangıç postülatları, ve dallar da bu postülatlardan türetilebilen diğer hakikatler. İşte tanrı da evreni yaratırken başlangıca bir kök veya kökleri koyuyor. Onun ertesi, ezelden beri sebep-sonuç. Yani bir yazılımın kodu yazılmış, execute tuşuna basılmış ve her cpu cycle’da o yazılım çalışıyor, çalışmaya devam ediyor. Kodu yazan, fizik yasalarını tanımlayan tanrı.

Fakat böyle bir tanrı imajıyla kimsenin bir sorunu yok zaten. Ben bu yukarıda yazdıklarımı bir ateiste anlatsam da bana gelip “anlattıkların gayet makul kardeşim” derdi. Bir agnostik de “ben de zaten bu denli bizim kapasitemizin ve tahayyülümüzün dışında olduğundan bilemeyiz deyip geçiyorum” derdi. Mevzu tanrıdan ziyade dinden bahsettiğimizde giriftleşiyor.

Tanrı din yollar mı?

“Yahu koskoca omnipotent omniscient omnipresent varlık senin pleb dertlerinle, evrendeki minicik bi yaldız zerresindeki küçük bi gezegendeki hastalıklı yalnız ruhlarla mı uğraşacak?”

Bence bu soruyu soranlar kendi silahlarıyla vurulmayı hak ediyor. Zaten omniscient omnipresent ve omnipotent olması böylesine küçük işlerle bile uğraşabiliyor olmasını mümkün kılan şey. Yani ona herhangi bir şey zor gelmez o zaman. Bu konularda onun yerine sen, sevgili puny human, karar vermemelisin. Benim inandığım tanrı, yalnız yaratan değil, yarattıklarını başıboş bırakmamış ve onları gözeten, onlara doğru yolu gösteren bir tanrı.

Bu konuda yine software engineering’den bir alegori kullanacağım. Tanrı v1.0.0’ı canlıya çıkar. Sonra arada bir bazı branch’lerde minik bugfix’ler, birkaç yeni feature’lar çıkarmakta olabilir. Bu update’ler zaten zamandan münezzeh ise onun için bir “uğraş, telaşe” olmanın da dışındadır. Tanrıyı “süreçler”in dışında tutmak gerçekten insan zihni için hayli counterintuitive bir alışkanlık. Dücane Cündioğlu’nun “Tanrı niçin görür işitir fakat düşünüp akletmez” konuşması bu “süreç”lerden bahsediyor çokça. Bu “gözetme” hususunda daha detaylı düşüneceğim.

Tanrı neden kendisine tapılmasını, ibadet edilmesini istiyor? Bu insani ve narsist bir yaklaşım değil mi?

TO BE ANSWERED

Müslüman mısın?

Çevremdeki çoğu insan Müslüman olduğumu duyunca şaşırıyor. Ve hatta (genellikle liberal çevrelerde vakit geçirdiğimden olsa gerek) şaşıranların bir kısmında küçümseyici bir bakış sezinliyorum, yahut “oğlum sen zeki adamsın, bilim yapmış adamsın, ne alaka” gibi tepkiler aldığım oluyor. Hatta bir anda “O zaman sana göre de kadınlar tarla mıdır?” sorusunu işittiğimi hatırlıyorum.

Genellikle konuşmalarımızın devamında anlıyorum ki şaşkınlıkları bir Tanrı’nın var olduğuna inandığım için değil, İslam’ın tanrısı, Hz. Muhammed ve onun school-of-thought’una inandığım için. Bu bir nebze anlaşılabilir, çünkü İslam’a karşı bu negatif tutum malum parti ve akabinde ülkemizde yükselen deizme bağlanabilir. Bunun yanında tabii ki İslam’da günümüz dünyasındaki paradigmalarla örtüşmeyen birtakım uygulamaların Kuran metninde yer almasından dolayı “bulunduğu çağ ile uyumsuzluk” sorunu da mevcut. Bunu bilahare ele alacağım.

Fakat “tanrıya inanıyorsan çok acayip bir durum değil, ama İslam’a inanıyorsan seninle anlaşamayabiliriz” tavrı hem kendimi, hem de bunu söyleyen karşı tarafı analiz etmeye değer bir tavır.

Belli ki İslam’ı benim algılayış biçimim ve toplumun algılayış biçimi çok farklı. Türk toplumunun çoğunluğunun uyguladığı haliyle, yani biraz terimsel konuşmak gerekirse itikadi açıdan Maturidi, ameli açıdan Hanefi mezhebine mensup, Kuran’ın yanında hadislere sıkı sıkıya bağlı, ve “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat” ekolü olarak adlandırılan İslam; benim İslam’dan anladığımla çok da uyuşmuyor.

Ne yani, hadisleri inkar mı ediyorsun?

Hadisleri büsbütün inkar etmek fazla iddialı. Fakat Kuran ile bağdaşmayan hadislerin sayısı da bir hayli fazla. Hastalığa şifa olarak deve sidiği içirmek Buhari’de, cehennemdeki en şiddetli azabın ressamlara olacağı Buhari’de, kertenkeleyi tek vuruşta öldürenin daha çok sevap kazanması Müslim ve Ebu Davud’da. Recm cezası Kuran’da yok. Aklım ve vicdanım; Kuran’ın tek başına ele alındığında daha insancıl, daha tutarlı ve daha erdemli bir kitap olduğunu söylüyor.

Varsayalım hadisleri büsbütün kabul ettik. O zaman da “Benden Kuran dışında hiçbir şey yazmayın, yazdıysanız imha edin” diyen hadisi de size hatırlatırım. Tam bir Russell paradoksu. Hadisleri kabul edince onlara itimat etmemeye dair emri kabul etmiş oluyorsunuz. Hadislere Kuran gibi sorgusuz sualsiz iman edenler acaba bu hadis hakkında ne düşünüyorlar? Yoksa onlar da işlerine gelmeyince seçici mi davranıyorlar hadisler mevzuunda?

Bunların dışında Hz. Muhammed’in hayatında yaşadığı ve bize kadar bir şekilde aktarılmış olan birtakım olaylar ve hakikatler var mıdır? Vardır elbet. Fakat bunların dini açıdan benim Allah ile aramda olan münasebette bir bağlayıcılığı, hükmü yoktur. Sağ elle yemek yemek sünnet ise, ben sol elle yersem bunun bana herhangi bir negatif geri dönüşü olmamalı, en fazla nötr olmalı. Yani bunlardan sorumlu tutulamam. Kadiri mutlak faili muhtar tanrı benim hangi elimle yemek yediğime karışmaz.

Hangi elinle yemek yediğine karışmıyor da

Senin İslam’dan anladığın ne o zaman?

İslam’ı benim anladığım haliyle anlayan biri ile henüz karşılaşmadım diyebilirdim. Görüşlerimi Türk toplumunun geneline yayılmış olarak uygulanan mevcut İslam teamüllerinden ayıran birçok nokta zaten ortada (hadisler bahsi). Bunların yanında, yeni nesil akademisyen hocaların bilim ve dini birleştirmek için debelenip durduğu, Kuantum dalga fonksiyonu ile bast-ı zaman, tayy-ı mekan gibi kavramları açıklamaya çalıştıkları zırvalara da karnım tok.

Kuran’da mucizevi ve bizim bilimsel gelişmelerle sonradan öğrendiğimiz birtakım hakikatler mevcut olamaz mı kardeşim?

Olabilir. Daha sonra açıklayacağım. Şimdilik benim İslam’dan ne anladığım ve ne diye bu dinin bize yollanmış olduğu üzerine konuşmaya devam edeceğim.

Olayı fazla komplikeleştirmeye gerek yok. Tanrı yarattıklarını boş bırakmaz dedik. Zamanın başında bir, yalnız Mezopotamya çevresine değil tüm dünyadan (bkz 124 bin) elçiler seçip onları iyi ahlak, doğru ve dürüst olma, erdemli olma, toplumsal kurallar vesaire hakkında birtakım tebliğlerde bulunması adına görevlendiriyor.

Tebliğler zamansız birtakım hakikatler içeriyor olsa da belli bir zamanda belli bir mekanda belli bir topluma inmişler. Bunu özellikle söylüyorum, tarihselci yaftası yemek istediğimden değil. Yani bu doğal ve dünyevi constraint’lerden dolayı gelen mesajlar aşırı absolutist, aşırı mantık bazlı hakikatler olamazdı. Ne demek istiyorum?

Tanrı tarafından bir topluma bir “kurallar kümesi” indirilecek. Bu toplum belli fizik kuralları çerçevesinde evrimleşmiş, belli bir coğrafyada yaşıyor, kültürleri ve gelenekleri var. Dilleri var, bununla iletişiyorlar. Bu topluma öyle bir mesaj yollanmalı ki:

  • Mesaj indiği toplumun bozulmuş ahlaki yapısını düzeltmeleri yönünde onlara bir momentum verebilmeli.
  • Bu mesajın ters düz edeceği toplumsal yapılar var, fakat bir anda her şeyi tersdüz edemez. Çünkü öyle bir durumda kimse bu mesaja inanmayacaktır ve arkasında durmayacaktır.
  • Çok fazla etliye sütlüye karışmasa da olmaz. O zaman kişiler üzerinde bıraktığı bir etki olmaz ve bu mesaja uyup uymamanın bir ehemmiyeti olmaz.
  • Bu mesaj insan toplumuna dilleri aracılığıyla aktarılacak. Herkesin kalbine bir anda vahyedilebilirdi fakat bu özgür irade konseptine aykırı olurdu. Demek ki kişilerin kendilerinin düşünmesi, sorgulaması ve erdemli olmak için zihnen bir çaba, gelişim göstermesi beklenmekte.
  • Mesaj etkileyici olmalı. Tebliğ etmek istedikleri net olmalı, fakat aynı zamanda insanda “bunu bir insan yazmış olamaz” etkisi yaratabilmeli.

İşte tanrı, bu bahsettiğim kısıtlamaları (ve belki benim farkında olmadığım başka şeyleri) gözeterek gereğini yapıyor.

Neden Müslümansın?

Tanrıya olan inancım bu denli net olduğu için “Neden Müslümansın” sorusu aslında “Neden Müslümansın da Hristyan değilsin, Yahudi değilsin, Budist değilsin?” diye soran bir soru. Kendi blog postunu hak ediyor.