Ölüm Hakkında

 

Neden kadim zamanlardan beri “ölümle barışık” olmanın insana bir huzur, vakar getireceğine inanılmıştır? Tasavvuftaki “rabıta-i mevt” yani ölüm üzerine tefekkür ederek ölüm ile bağlantı kurma prati...

Neden kadim zamanlardan beri “ölümle barışık” olmanın insana bir huzur, vakar getireceğine inanılmıştır? Tasavvuftaki “rabıta-i mevt” yani ölüm üzerine tefekkür ederek ölüm ile bağlantı kurma pratiği, Roma ve öncesinden söylenegelen “memento mori”… Sanki bu uygulamalar acı gerçeği suratımıza tokat gibi vurmanın ötesinde, sahiden de ölüm fikrine bizi alıştırıp therapeutic bir amaca hizmet ediyor.

Yazıma çok sevdiğim Nazım Hikmet’in şu satırlarıyla başlamak istiyorum…

İnsan öleceğini bile bile nasıl yaşar?
Ya çıldırır, ya da öleceğini unutur.

İnsan düşünen hayvandır, insan konuşan hayvandır, insan toplumsal hayvandır, dır, dırdır. Filozoflar asırlar boyu insanı diğer canlılardan ayıran bir özelliğiyle onu öne çıkardılar. Bu tanımlara belki şu da eklenebilir: insan, öleceğini bilen hayvandır.

İnsanın eninde sonunda öleceğinin farkında olması onu diğer canlılardan farklı kılmıyor mu sizce de? Belki de öteden beri ruh diyegeldiğimiz o sözcüğün açılımı bunda saklı. Sahi, nedir bu ruh?

Ruh Hakkında

Biliyorsunuz, spirit (Yunanca’da pneuma) hem insanda hem de hayvanlarda olduğu düşünülen yaşam enerjisi. Kelime anlamı aslında nefes demek. İnsanlar antik zamandan beri “ölmüş canlıların nefeslerinin kesildiğini” fark ediyorlar ve bu nefesin ona yaşamı getiren bir enerji olduğunu varsayıyorlar. Haksız da sayılmazlar, ama tek yanlışları, nefesi kendi başına bir entity olarak düşünmeleri. Bu nefes denilen varlık canlının vücudunu terk edince canlı canlılığını yitiriyor. Bakın cümlelerimde kullandığım kelimelerden gayri ihtiyari pneuma’nın aslında dilimizde neyi daha iyi karşıladığı meydana çıktı: can.

Öte yandan soul kelimesi (Yunanca’da psyche) yalnız insana atfedilen bir kavram. Buna da ruh diyoruz (ki kelime kökünden psychology, psychiatry kelimelerinin türemiş olduğunu fark etmişsinizdir, ve bunlar dilimizde “ruh sağlığı” başlığı altında incelenirler) ama bu ruh başka bir ruh. Burada insana can veren bir varlıktan değil, insana bilincini veren bir varlıktan bahsediyoruz. Soul’uyla bir sorunu olan insanın “ruh sağlığı bozuluyor” yani yaşamı devam etse de bilinciyle alakalı birtakım problemler meydana geliyor. Burada bilinç gündeme geldiği için hayvanlar bu mefhumun tamamen dışında tutulmuş. Belki günümüzde artık hayvanların da primitif bir biçimde ruh’a ve ruh sağlığına dair fenomenleri gösteriyor oldukları bilim camiası tarafından kabul olunmuş olabilir, orasını bilemiyorum. Sonuç olarak neymiş, soul olan ruh, daha ziyade akılla, bilinçle alakalı bir kavram olarak öne çıkıyormuş.

Tabii,günümüzde ezoterik, spiritualist öğretiler sonrası ruh artık “vücudumuzun içinde, vücudumuzu yöneten, özgür irade sahibi bir töz varlık” gibi bir manaya gelmeye başladı, Mecha bir robotu yöneten pilotu gibi ruh bedenin içine biniyor, ölüme dek bu bedende yol alıyor, ve sonra bedenden uçup gidiyor (ki 42 gram ağırlığındaymış, yerseniz). Burada anlatılan ruh ise bizim ego, yani nefs dediğimiz şeye denk geliyor aslında. Sam Harris, Waking Up kitabında ego’nun aslında zihinsel bir yanılgı olduğunu, derin meditasyon yapan insanların bunun apaçık farkında olduklarını, bedenden ayrı bir ben’in olmadığını ve bunu hissedebilmenin öğrenilebilir bir yeti olduğunu çok güzel anlatır.

Yani elimizde, ayrımını düzgün yapmadığımızdan hepsine “ruh” deyip geçtiğimiz üç farklı kavram var: Spirit, soul, ego.

Can, ruh, nefs.

Peki hangisi ölünce ölürüz?


Devam edecek


Ölüm Korkusu Hakkında

Thanatofobi diyorlar buna. Nazım Hikmet’ten yazının başında alıntıladığım söz bunu yeryüzünde belki de en güzel özetleyen söz.

Ben hayatımın hiçbir döneminde ölümden bilfiil korktuğumu hatırlamıyorum. Belki derin tefekkür anlarından birinde veya birkaçında boğazım düğümlenmiş, ardımda bırakacaklarımı düşünüp melankoliğe bağlamışımdır. Fakat gerçek bir thanatofobi vakasında olduğu gibi ölüme karşı hezeyan derecesinde aktif bir korku ve telaş duymadım çok şükür. Bu mevzuda Nazım’ın bir başka şiirinde belirttiği düstur üzere yaşıyorum diyebilirim…

Yani, nasıl ve nerde olursak olalım
Hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…

Schopenhauer’e “ölümden sonra ne olacağız” diye sorduklarında “doğmadan önce ne isen o” cevabını veriyor. Burada Schopenahuer tabii ki soruyu soran arkadaşla alay ediyor. Düşünme yetisinin fiziksel, vücuda bağımlı yapısından ötürü bu sorunun abesle iştigal olduğunu söylüyor. Günümüz bilimi ve etrafında gelişen paradigması buna katılıyor, çünkü ortada gözlemlenebilir bir “ruh” yok.

Fakat ölümden sonrası ve doğumdan öncesi konusunda derin bir literatür var, ve kendisine ait bir yazıyı hak ediyor. Mesela reenkarnasyon inancı günümüz spiritualizminde büyük yer tutuyor. Ruhun tekamülünü esas alan, özellikle dünyada Blavatsky ve ülkemizde Ruhselman sonrasının Neospiritualizm’i üzerine konuşulmayı hak eden konular. Bunlarla beraber geçmiş yaşama dek uzanan Regresyon Terapileri de çıktı – yani sujenin çocukluğuna ya da bebekliğine değil, onların da öncesine, ve nihayetinde önceki yaşamlarına dönülen hipnotik seanslar. “Yeaaa kardeşim inanma şöyle saçmalıklara yeaaa” diyebilirsiniz, sadece malumatı ortaya döküyorum. Neyse, şimdilik spiritualist öğretilerin konu hakkında ne dediklerini bir kenara bırakıp asıl meseleye dönelim.

Biliyorsunuz ki psikolojide bazı korkular başka korkuların proxy’leri olarak görev yaparlar. Örneğin denizden korkmak, boğulmaktan ve nefesin kesilmesinden, o çaresizlikten korkmaktır aslında. Buradan hareketle ölümden korkmanın birkaç şeyle bağlantısı olduğu düşünülebilir:

  1. Sahip olduğu şeyleri kaybetmekten korkma.
  2. Yalnızlıktan korkma 3.

Ölümle Barışmak Hakkında

Ölümü hatırlayıp durmanın faydası ne?

Inna lillahi ve inna ileyhi raciun.
(Biz şüphesiz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz.) – Bakara Suresi, 156. Ayet

İnanç Ölüm Karşısında Bir Sığınak Mı?

Doldurulacak.

Daha detaylı bir analiz için İnanç Hakkında yazısına bir göz atınız.